20. yy tiyatrosu gerçekçi, doğalcı tiyatronun yansıtmacılığından, simgecilerin gizemli gerçeği sezdirme anlayışından daha farklıdır. Bu farklılık mistik bir eğilim değildir. Tiyatro sanatına artık ağırlıklı olarak görüntülü unsurlar da katılır. Ortaya sahne tasarımı denen yeni öncü akımlar ortaya çıkar bu deneysel tiyatronun da omurgasını oluşturur. Sahne-seyirci ilişkisi bir kez daha ele alınır. Söz ikinci plana düşer,...

20. yy tiyatrosu gerçekçi, doğalcı tiyatronun yansıtmacılığından, simgecilerin gizemli gerçeği sezdirme anlayışından daha farklıdır. Bu farklılık mistik bir eğilim değildir. Tiyatro sanatına artık ağırlıklı olarak görüntülü unsurlar da katılır. Ortaya sahne tasarımı denen yeni öncü akımlar ortaya çıkar bu deneysel tiyatronun da omurgasını oluşturur.
Sahne-seyirci ilişkisi bir kez daha ele alınır. Söz ikinci plana düşer, görsel iletişim ön plana çıkar, sahne mekanı ustalıkla kullanılır. I. Dünya Savaşı sonrasında oyun yapısı parçalanır. Görüntüde çarpıklık sağlanır. Bu da savaşın insanoğlu üzerindeki etkisinin bir göstergesidir. Genel olarak 20. yy tiyatrosuna bakarsak bu öncü tiyatroyu ateşleyen unsur savaş(lar) öncesi insanın ve toplumun durumundan savaş sonrası insanın ve toplumun durumuna uzanan değişimidir.
Sanatçıyı sadece savaşlar etkilemez. Endüstrileşme ve kapitalizmin ulaştığı yeni aşama karşısında sanatçının şaşkın-kararsız tutumu da öncü tiyatronun genel karakteristik özelliğidir. 20. yy’ın başında ortaya çıkan I. Dünya Savaşı öncesinde ulusal güçlenme, kendine güven ve iyimserlik duyguları savaş sonrasında düş kırıklığına, korkuya dönüşmüştür. Savaş, toplum yaşamında büyük karşıtlar oluştururken birbiriyle çatışan duygu ve düşünceler üretmiştir. Bir yandan ilkel duygular, ilkel dürtüler, kan dökme içgüdüsü ve diğer yandan vahşete duyulan tepki kendine ifade yolu arar. Savaş, şovence ırkçı duyguları kamçılarken; savaş sonu yıkımsa insana ve uygarlığa karşı kuşkulara yol açar. İnsani değerlerin iflas ettiğinin ortaya çıkması şaşkınlık, korku, acıma gibi duygulara yol açarken bütün bunlar sanatta ifade yolu açar. Endüstrileşme ve vahşi kapitalizm maddi değer tutkusunu acımasız bir çıkar savaşına dönüştürür. Bu da savaşın insani değerleri kaybettirmesi ve ahlak bunalımına neden olmasının sonucudur.
Bu dönemde ortaya çıkan akımlar;
Fütürizm ; Fütürizm, sanatı sanat-eylem haline getirmeye, yaşamla iç içe kılmaya çalışır; sanatın akıldışçılığı, mantık dışını, serüvenciliğe ve savaşı yüceltmesi gerektiğine inanır. Savaşı “dünyayı temizleyecek biricik şey” olarak, güzelliği de yalnızca savaşta gören fütürizm, zamanın akışından, tarihten kopmak olarak kendiliğindeliği, çağdaş yaşamın yeniden kurgulanması, “çökmüş insan psikolojisi”nin yerine “maddeyle lirik büyülenme”yi geçirmek ister. Fütürist Tiyatro, mekanik tiyatro biçimi olarak, sirk ve kabare tekniklerini, ışık ve şok etmenlerini, fotomontajı, mekanik baleyi, gürültü müziğini, anlamdan yoksun soyut şiir okumayı içerir. Fütürist Tiyatro’ya göre, birbirinden kopuk ritimlerin içiçe geçmesi, hız ve dönüşümün sentetik birleşimi, yaşama egemen yasaları en iyi biçimde çizebilecekti; Sürrealizm; Birinci Dünya Savaşı sonrasında Dadaizm ile başlayan yeni bir sanat arayışı savaş sonrasında sürrealizm akımını oluşturmuştur.Sürrealizm çevresine, alışkanlıklarına koşullu, kalıplaşmış değer yargılarının tutsağı olan insan kavramını yıkarak yeni insan biçimlerken, yeni toplum düşüncesi geliştirmiştir. Fantaziyi,olağanüstüyü kullanarak bambaşka bir büyülenme yaratmayı amaçlamaktadır.
Antonin Artaud ve Kıyıcı Tiyatro; Oyunculuğu bilincin yok edildiği trans durumuna kadar götüren, dolayısıyla oyuncuyu yok eden ve seyredeni şoka uğratacak sahneleri kapsayan aşın bireyci tiyatro anlayışıdır. Tiyatro konuşma dili ile bayağılaşmış,ciddi tiyatro unutulmuştur.Oysa ona göre kıyıcı tiyatro, tüm önyargıları altüst eder ,ruhsal bir tedavi gibi kişiyi etkiler,büyü gibi büyü ile kendinden geçirir,insanın içindeki gizli güçlere ulaşmayı sağlar.Ona göre,seyirci ve oyuncu kaynaşmalı, tiyatro bir işleve hizmet etmeliydi. Otoritenin zevkine hizmet eden, bir eğlence kavramına dönüşmüş, deyim yerindeyse sürgün edilmiş, salt bir seyir sanatı haline getirilen tiyatro eski etkisini geri kazanmalıydı.
Ekspresyonizm; Tiyatro sanatını en uzun süre etkilemiş olan gerçekçiliğe karşı akım ekspresyonizm olmuştur. Ekspresyonizm, 1901 yılında Fransa’da resim sanatında empresyonizm akımına karşı olarak doğmuştur. Dışavurumcu tiyatronun en önemli özelliği, toplumsal sorunlarla ve de siyasetle yakından ilgilenmesidir. Bu düzen her şeyiyle bozuktur. Bu düzenin koyduğu sanat kuralları da bozuktur. Gerçekçi tiyatro, gerçeği olduğu gibi gösteriyor ama, insanın bilinç altına dair, duygularına dair hiç bir şey söylemiyordur. Dışavurumcu tiyatro devrim niteliğinde başka bir özellik getirmiştir tiyatroya. O zamana kadarki tiyatro eserlerinde görülen dramatik yapı, olayın baştan sona mantıklı bir şekilde akıp sonuca bağlanması, karakterlerin derinlemesine işlenmesi, mantıklı konuşmalar vardır ve bunların hiç biri dışavurumcu tiyatroda görülmez. Bu tarzda belli başlı bir konu yoktur. Yapılan konuşmalarda mantık, akıcılık aranmaz. Sahneden sahneye geçişlerde mantıklı bir bağ şart değildir. Oyun kişileri semboliktir. Hatta bunlar kişi de değildir. Bağlı oldukları grubun, vücuda gelmiş halidir. Mesela bir işçi, işçi sınıfını temsil eder. Din adamı, kiliseyi temsil eder. Fabrikatör burjuva sınıfını temsil eder. Dışavurumcu tiyatronun başka önemli bir özelliği ise oyunda bir tek ana kişi olmasıdır. Esas oğlan vardır. Ama esas kız yoktur. (Ya da tam tersi, esas kız var, oğlan yok). Bütün olay bu kişinin gözünden anlatılır. Hatta iç gözünden anlatılır. Bu yüzden de sahneler fantastik, büyüleyici ve şaşırtıcıdır.
Dışavurumculuğun en büyük eleştirisi, makine toplumu ve makineleşmiş insanadır. O dönemin Alman dışavurumcu sanatçılarının en büyük eleştirileri buydu. Makineleşen, hissiz ve duygusuz, yardımlaşma, komşuluk, vicdan sahibi olma özelliklerini yavaş yavaş yitiren bir toplum oluşuyordu. Toplum da, tıpkı bireyleri gibi yabancılaşıyordu. Dışavurumcu tiyatro, makineleşen insana büyük vurgular yapar. Oyunlarda insanlar makine gibi yürürler, otururlar, hareket ederler. Konuşmaları, davranışları hep makinemsidir, hissizdir, ruhsuzdur.
Sadece oyunun acı çeken ana kahramanı hariç. O kişi, insanlardaki değişimi, kötüye gidişi görür ve buna karşı mücadele etmek ister. O, diğer oyuncular gibi makineleşmemiştir. Tabi ki, hemen her toplumda olduğu gibi, diğerlerinden farklı olduğu için linç edilmek istenir. Sonuç olarak ekspresyonistler tüm bu ilkeler ile daha iyi bir dünya ülküsü ve özgür düşünce kavramını ortaya koymak ve buna ulaşmak istemişlerdir.